29 Kasım 2010 Pazartesi

Sonra


Babam saçımı okşarken ‘’ her şey iyi olacak... ‘’ diyordu. Onu incitmek istemedim konuşarak. Zaten karanlık diye susuyorduk. Her şeyin iyiye gitmesi için, ilk adımı o atıyordu saçımı okşayarak. Birde bir şeyler mırıldanıyordu ki duymak mümkün değil. Her zaman mırıldanır benim babam. Bir şeye kızacak olsa bile mırıldanır. Saçımdan hiç ses gelmiyordu. İpek gibiydi saçlarım. Babamın sert ve kalın parmakları saçımı kavramıyor, üzerinde geziniyordu. İncitmekten değil, sadece sevmeyi bilmiyordu. Daha önce hiç bu kadar yakınıma gelip saçıma dokunmadı. Uzaktan severdi o. İnsanlarla arasına koyduğu nazik mesafeyi korurdu. Açıkçası bana karşıda bir düzine mesafesi vardı koruması gereken. Üzülüyordum onun bu haline. Yüreğimden bir şey kopuyordu. Öğrencilerine ‘’ günaydın! ‘’ demeye utanan öğretmen gibiydi. Çiçeklerini sulamaya çekinen bahçıvan gibiydi. Hareketsiz kalıyordum o bana dokununca. Ölü taklidi yapıyordum. Hissiz bir sevgi. Ne hissettiğimi bilmiyordum. Nerden bilebilirim ki hiç paylaşmadık onunla.

‘’ Her şeyi yoluna koyarız. ‘’ bunu söylerken kendi bile şüpheye düşüyordu. Fakat öyle iyi yalancıdır ki babam, kendini bile ayakta uyutabilir. Önce tutarsızca yalan söylüyor, sonra ona inanmadığımı hissetmiş gibi duraksıyordu. Artık sözcük kalmamıştı söylenecek. Ben hala ölü gibi duruyordum. Düşünmesi için ona tüm fırsatları tanıyordum böylece. Konuşmaya başlarsam asla toparlayamazdı. Çünkü o bu işler için fazla yaşlıydı. Yüzüne bakarak rahatça yutkunabiliyordum. Hatta nefesimi tutarak ağlayabiliyordum bile. Karanlıkta o bunları fark etmezdi. Ellerimi oynatabilecek olsam belki arkasına geçer iki kulak bile yapardım. Ama ölü gibi hareketsiz olmalıydım. Yoksa düşünemezdi. Pek fazla düşünmedi. Ardından elimi tuttu. Mırıldanmaya başladı yine. Bunu yapmaktan hiç vazgeçmiyordu. Kendimi savunmak için yumruğumu sıkıyordum hafifçe. Daha fazlasını yaparsam ölmediğimi anlardı. Aslında yaşıyordum. Oda bunun farklındaydı. Sadece benim ölü oyunuma eşlik ediyordu. Kalkmam için ısrar ediyordu. Ölmüş birini rahatsız etmek kaba bir davranış bence. Bir gün o gerçekten ölmüş olsa ben onu kaldırmaya çalışmazdım.

26 Kasım 2010 Cuma

Buz gibi hissettim kendimi yine, onarılmayacak, geri getirilemeyecek bir şeylerin sezgisiyle. Onun gülüşünü bir daha hiç duymayacak olmayı kaldıramayacağımı biliyordum. Benim için çölün ortasında bir tatlı su kaynağıydı o.

22 Kasım 2010 Pazartesi

Çiçekler çok tutarsız oluyorlar. Ama onu nasıl sevmem gerektiğini bilemeyecek kadar küçüktüm...

21 Kasım 2010 Pazar

Tren


Bir keresinde birlikte evime gelmiştik. Evimi gösterecektim ona. Yeni taşınmıştım evime. Güzel, temiz bir evdi. Fakat bomboştu o zamanlar içi. Ailem parasız kalmıştı bir dönem. O nedenle pek eşya alamamıştım. Hayatımda hiç para sıkıntısı çekmedim. Hiç parasız kalmayan biri için epey zor oluyor… Eve yürürken aklımda onunla ilgili endişeler vardı. Sıklıkla kendime sorduğum soruları yine ardı arkasına soruyordum. Bencillik edip anı bozmak istemedim. İçimden tekrarladım soruları. Daha önce evime kimse gelmemişti. Kimse bu kadar yaklaşmamıştı bahçe kapısına. Ben sadece ayaklarımın beni götürdüğü yere gidiyordum. Sanki orası benim evim değildi. İlk kez girecek gibiydim. En az onun kadar meraklı ve heyecanlıydım. Beni neyin bekleyeceğini kestiremiyordum. Tıpkı onun gibi. İçeriye girdik ve ona evi gezdirdim. Çok büyük değil evim, hemen bitiyor gezerken. O gün evimi onun gözünden bir kez daha gördüm. Daha önce hiç oturmadığım sandalyede oturdum. Ve hiç dikkatlice incelemediğim banyoyu inceledim. Yatağımın ne kadar güzel olduğunu hiç bu kadar dillendirmemiştim, dillendirdim.

O, o gün her şeyi gördü. Bomboş evin içini ilerde nelerle dolduracağımı gördü belki de. Ve yok oldu sonra. Birden bire neden yok olur insan? Bir keresinde yalnız olduğum için ölmem gerektiğini söylemişti. O zamanlar ölmek istemiyordum. Parasız kaldığım zamanlar ölmem gerektiğini söyleseydi, beni öldürmesini rica ederdim. Ama söylemezdi. Söylemedi de. Sustu. Susmayı değil, daha çok özgür olmayı severdi o. Özgür olunca hiçbir felaket kalmayacakmış gibi. Delicesine yağmur yağarken işi gücü bırakıp izlemek kadar özgür olmayı severdi. Sevdiği birçok şeyi bilmiyorum. Öğrenecektim. Ortadan kaybolacak ne vardı ki sanki? Birde hiç sevmediği bir şarkı vardı. Ben çok severdim. Bir yaz boyunca dinledim. Artık ben de hiç sevmiyorum.

Bugün bir kitaba başladım. İnsanın her türlü zorlukla nasıl baş edebildiğini anlatıyor. Mücadele etmeyi ve asla pes etmemeyi filan. Kitaptaki çocuk daha çok genç. Ve içinde bulunduğu tüm o işlerde yeni. Çocuk yaşından çok daha ufak olmayı seçiyor. Aslında hiç büyümek istemiyor. Çünkü büyüyünce hiçbir şeyin yolunda gitmeyeceğini biliyor. Hatta bir kez büyümekle ilgili bir hata yapıyor. Biraz büyüyor ve birini seviyor. Sevdiği kişi ortadan yok oluyor sebepsizce. Çocuk bir daha büyümek istemiyor haliyle. Kitap bir tren garında başlıyor. Kış mevsimiydi sanırım. Burnu kızarıyordu, gözleri doluyordu çocuğun soğuktan. Birkaç kere gitmiş daha önce o tren garına. Neden gitmiş kitapta yazmıyor. Belki gezip görmek istemiştir. Bu kez birini bekliyor. Fakat beklediği kişi gelmiyor. Çocuk evine dönüp uyuyor ve ertesi gün geceye doğru uyanıp bir bardak süt içiyor. Yani tren garındaki olayı hatırlamıyor bile. Çocuk aslında çok havalı biri. Canını sıkmıyor öyle her şeye. Daha sonra çocuk bir şehre taşınıyor tek başına…

11 Kasım 2010 Perşembe

Başka Gökyüzleri

Uzunca zamandır baktığım bir gökyüzü var. Benim gökyüzüm. Öyle abartılacak kadar güzel de değil. Aksine epey yavan. Tek bir yıldız var geceleri. Gündüz ise benim ihmalkârlığım tamamen. Pek dikkat edip incelemem. Daha çok geceleri bakarım yıldızıma. Yalnızlık hissi benimki. Gitmesinden korkmamdan belki de. Ve biliyorum ki gidecek. Göremediğim bir noktaya gidecek. Orada birkaç yıldız olacaklar. Ben ve birkaçı gibi. Başka gökyüzlerini de gördüm. Alabildiğine yıldızla dolu, ışıl ışıl. Hiç heves etmedim ama. Çünkü biliyorum ki aslında hepsi birbirine alabildiğine uzak. Uzak oldukları için okunmamış ve çekiciler. Aslında hiçbir farkları yok benden. Bayağı yalnız onlarda. Hem düşüncesi bile korkunç. Her birine tek tek isim vermeye kalkmak, her gece orada olmalarını beklemek. Olacak şey değil. Kalabalık yalnızlığı doğurur. Ben yalnızlığımı seviyorum. Elbette bir gün gidecek. Hem belli mi olur, belki ben de gideceğim onunla.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Üçüncü Kişi

Kibarca gitmesini söyledim. Birlikte işler daha çıkmaz bir hal alıyordu. Daha iyisine ihtiyacım olduğunu ekledim. Aldığım kararlarda beni iyi edecek birine. Belki de yanlışı ayırmadan gösterecek. Kibarca git demek istedim, hayatın neresinde olursak olalım. Bir süre cevap vermesini bekledim. Sonra konuşmaya daldık. Alıştığımın dışında şeyler söylemedi pek. Yine kendi kadar konuştu. Yalnız fikirlerimizi değil yollarımızı da ayırdığımız o dakikada üçüncü kişide susuyordu. Yalnız değildik. Üç kişiydik. Fakat yalnız hissettik. Karanlık odada üç kişiydik. Üç bambaşkaydık. Hep ben konuştum sayılır. O hep ağlar gibi yaptı. Birimiz de üşüdü. Baştan beri söylüyordum ‘’ git ‘’ diye. ‘’ Üşü ve git. Üşüyerek git. Git işte git! ‘’ Sözlerim onu ne denli üşütebilirdi? Ben konuşurken üşüdüm, ama çıkmadım odadan. O konuşurken de yatağın çarşafıyla oynadım. Dinlemedim pek. Açıkçası pek dinlenecek gibi değildi. Karşıma geçmiş bana hayatını anlatmaya kalkıyordu birkaç cümleyle. Bu ne cüret! Hevesimi çarşaftan çıkardım ben de… Öyle bir büzdüm ki ucunu elimde kalacaktı çarşaf.

Üç bambaşka kişi bir odada duramaz! Hele ki karanlıksa oda. Ve geceyse, soğuksa… O çıkmak istedi. Sigara içmek için belki de. Sigara içmek için çıkıp gider bazen yanımızdan. Zaten hakim de değil konuştuğumuz konuya. Nereden bırakıp gitse, geldiğinde aynı yerden bizi dinlemeye devam eder. Put gibi de kesilir ayakta. Birde bu kabalıkları yetmezmiş gibi ben konuştukça üşüme gelir buna. Tir tir titreyecek daha da konuşsam. En sonunda ilk o ayrıldı odadan. Kapının önünde yaktı sigarasını. Sonra dumanın içinde kaybolup gitti zihnimden. Üçüncü kişi gözlerini sildi gözlüğünü çıkartarak. Ve beni anladığını ifade eden bir hareketle sınırladı sözlerini. Daha doğrusu yorulmuş olduğunu da işin içine katarsak bu bile kafiydi bana. Odadan çıkmadı. Olduğu yere uzandı. Uyumayı bekliyordu biraz sonra. Ben ise yine çok konuşup çok laf devirmiş yorgun bir savaşçı gibi odama çekildim. Sözde daha fazla düşünmeyecektim. Ama sabaha kadar düşünmeden edemedim. Ve kişisel zaferlerim için kendimi tebrik ettim. Hep ben kazanıyordum. Ama bu sefer ona karşı gerçekten kaybetmek istemiştim.

3 Kasım 2010 Çarşamba

A.


Sessiz, sakindi Ahmet. En iyi yaptığı şey susmaktı. Başardığını düşünüyordu susarak. İçinde yaşıyordu belki de hepsini. Ufak bir çocuktu Ahmet. Elleri hassastı. Kötü biri değildi yalnız çok laf yapardı. Benim babamdı Ahmet. Ben de çocuktum, Ahmet’te. Birlikte büyüdük sessizce. Onun susmaları üzerimde büyük rol oynadı. Beni de susturmak istedi, ama susmadım. Birde unutkandı Ahmet. Bazen çocuklarını ve karısını unutuveriyordu. Ben, Ahmet’e kim olduğunu hatırlattım. Yorgundu Ahmet. Kocaman bir yorgunluk onunki… Çok düşünür, ne düşündüğünü unuturdu. Düşünürken yorulur mu insan? O yorulmuş. Öyle söylerdi bana. ‘’ Yoruldum… ‘’ Yarım bıraktığı cümleleri kafamda tamamladım. Ahmet yorulurdu konuşurken. Susardı uzun uzun. Dinlenirdi biraz. Sonra yine konuşacağı yerde susardı. Bugün Ahmet büyük biri oldu. Sigara da içiyor. Birlikte laflıyoruz yürürken. Beni dinliyor. Beni dinlerken etraflıca bir düşünüyor. Ne düşündüğünü merak etmiyorum. Sadece izliyorum. Beni tekrar şaşırtmasını bekliyorum. Ahmet benim babam. Ben Ahmet’i seviyorum.