25 Haziran 2011 Cumartesi

Tüm bu yazılmışlıkların dışında sen, onsekiz yaşında sezonluk bir çocuksun.

Asla öğrenemedin eskaza yanlışlarının nedenlerini. Oysa hep çare arardın çarezice.

Başkalarını sen, ama kendini parmaklattın.

Büyük harflerle yazdın hep, düşünmeye çağırdın. Ama ne yazdığını hiç düşünmedin.

Hayatın anlamını aradın daha onsekiz yaşında. Ve bulduğunu sanarken çok gerçekçiydin.

Seni görüyordum bazen bu koşturmacanın içinde.

Utandığımdan söylemiyorum, sadece bir hiçtin. Tümünle bile... Tüm enerjinle ve tüm o sefil çırpınışlarınla.

Tüm o pahalı giysilerinle beş para etmez ucuz, izbe, soğutulmuş kaldırımlarda ucuz içkilerle eğlenirken ‘’ben sokağım!’’ deyişinle. Ve yineleyişinle.

Ve içindeki bozuk çocuğun vahşete sebep olabileceğini biliyor olmandan utanmıyorum.

Tek üzüntüm senin bizden önce gelmen. O zaman ben bile seni kurtaramam.

Burada olsan ve bana hiçbir zaman yazın bitmeyeceğini söylesen.
Biz, hala genç kalanlar, gökyüzünün bize anlattıklarına inanarak, şehirden gelen bir gülümseme ile sevebilmeyi göze alsak. Burda akan sulardan içsek ve eteklerinde büyüsek ya yazın. Hiç bilmediğim bu yeri seviyorum. Kalbimden akan şarkılarla.

Seninle ilgili olan kısım kuşatılmış ve içimden geçmiyor.

Birkaç rakamdan sonra artık saymayı unutuyorum hakkında.

Senin için kullandığım her kelimenin katil olduğunu düşünürsek,

Çoktan ölmüşsün ki şuan solmuş melez tenin.

Su altında kaç kez uyarıldım seni düşünürken,

Kelimelerini hatırladım gidip gelirken söylediğin.

Üzerimde bir boşluk var ve altımda tanyeri.

Söylesene daha kaç kere kendini bana sevdireceksin.

Dinlediğim şarkıları dinle, yürüdüğüm yollardan yürü.

Terket benim gibi. Sofranı kur, sarhoş, yalnız ol.

Hisset sabahları. Camları titreten bahar meltemini.

Kuşkusuz gideceksin gardını alıp.

Sevmem geceleri. Yalnız uyutur hep.

4 Haziran 2011 Cumartesi

Kendinden Özür Dileme Sanatı


İhanet başındayken sor.

Üstelik bilerek ve üzülerek,

Acıyı seversin sen, buncasıyla.

Dilim yalan söylüyorsa söyler!

Gitmek için gelenin kargaşası.

Telaşlı kuşların, kanatsız balıkların.

Çıplak selamlı ve yarıda kalmış.

Öğle vakti kaşıksız, durmadan sor.

Çelimsiz, dışı sert, uzun inceye.

Birkaç bekledin yolun sonu aynıyı.

Sen sor hadi sor, geciktirme yine sor.

Uzunlu kısalıya makas atsınlar.

Karıştı yine sehir halinde bir bilenler.

Altmış kişiyiz çarpışarak toplarsan.

Onu kokla şunu da, ama bana sor.

Karışık en düz hali çünkü sen.

Dönmüş geri çukuruna gözyaşlarım.

Bu günü sevmelisin kendinden çok.

Kötü bir gün geliyor çamurdan ıslak. Yıprandık beklerken.

Saçlarım uzuyor seni beklerken. Ve gözlerimi çalıyor başka gözler.

Çatalı dudaklarıma değdirdiğimde hazcıyım.

Boş evin koridorlarını dolduran inanç melekleri ve perdenin uçlarına takılan ben.

Dışarıda olmak isterdim evi peşime takıp. Sen asla yanılmadın şarkılar konusunda.

Aşk her zaman saplantıyla biter. Ucuz barlarda dans eden oğlanlarda bile.

Kimsenin önünü kesmesine izin verme. Çünkü sen uçacaksın!

27 Nisan 2011 Çarşamba

Tipik


'' Onun bir sürü adı var. Yaratıcı, İlah, İlham Perisi, Tanrı… ''


Tanrı bana istediğim kardeşi vermedi diye başkalarının kardeşlerine imrenmek ne kadar doğru? Başkalarının kardeşlerinde bizi aramak, bizden bir şeyler aramak, ama bulamamak… Çoğu zaman izlediğim filmlerde, okuduğum kitaplarda ve hatta arkadaşlarımın kardeşlerinde gerçek olan bir şeyler aradım. Sahte olmayan. Birçok örnek verebilirim, ama kendime de baktığımda kardeşim ve bende sahte olmayan şeyler ancak çocukluğumuzda. O zamanlar o benim üzerime titrerdi. Bense yine başkalarının üzerine titrerdim. Bizim bir oyun oynama şeklimiz vardı. Bir sarılma şeklimiz vardı. Ve kavga şeklimiz de vardı. Biz çocukken kardeştik! Onun beni sevdiğini ne zaman söyleyeceğini hiç tahmin edemezdim. Sadece bana ‘’ seni seviyorum ‘’ demesini beklerdim. Uzun aralıklarla söylerdi. Aslında hiç söylemezdi… Çünkü biliyordu. Benim geç öğrendiğim bir şeyi o en başından beri biliyordu. Sözcüklerin ne kadar katil ve sinsi olduğunu, sözcüklerin neleri yitirebildiğini biliyordu. Bu yüzden durmadan bana ‘’ seni seviyorum ‘’ demezdi. O, sadece benimle kavga ederdi, benimle oyun oynardı ve bana sarılırdı. İşte bu kocaman bir ‘’ seni seviyorum ‘’ du onun için. Ben onun yerine de sürekli söylerdim zaten. Biz çok oyun oynadık. Başkalarıyla da oynadık. En önemlisi başkalarıyla da oynarken hep birlikte oynadık. Ben başkalarıyla oyun oynarken o hiçbir zaman yanımdan ayrılmazdı. Bensiz başkalarıyla oynamazdı. Biz çocukken kardeştik!


‘’ Yukarıda her şeyin bir noktaya uçtuğunu düşün. Yuvarlanıp düşüyorlar sonra. Gökyüzündeki ismim gibi bir yanı silik, ama bir yanı tam ortada. Aşağıdan baktığında kafandaki koca hastalıkla, devrilmezsin ağırlığıyla. ‘’


Aramızda sadece bir yaş vardı. Ben onun sürdüğü bisikleti sürdüm. Ve onun birkaç güzel eşyasına sonradan sahip oldum. Çocukken bunlara hiç kızmazdı. Bir keresinde ben onun gözlüğünü kırmıştım. Yine bana kızmamıştı. Çoğu şeyimiz ayrıydı, ama hepsi aynıydı. Onun sınırlı renklerde ve sade bir çalışma masası vardı. Benimki rengarenk ve karmakarışıktı. Biraz büyüyünce odalarımız ayrıldı. Ben kendi odamda hep onu yaşatacak bir köşe ayırdım. Onun odası tamamen ona aitti. Sadece benim izlerim vardı. Mesela duvara yapıştırdığım yapışkanlar. (yıldızlar) Ranzamız varken üst katta hep ben yattım. O benden bir yaş büyük olmasına rağmen buna hiç bozulmazdı. Hep güzel şeyleri önce benim denememe izin verirdi. Çünkü ben onun küçük kardeşiydim. İkimizinde iyi bildiği bir şey vardı ki, ‘’ seni seviyorum ‘’ lafı her zaman söylenmemeliydi. Belki de bu söz sınırlıydı ve bir süre sonra tükeniyordu. Paketin içindeki sigaralar gibi. Kibrit kutusundaki kibritler gibi.


'' Kardeşimin bir gün benden nefret edeceğini hiç bilebilir miydim? ''


Şimdi sanki hiçbir kardeşle varolmamış gibiyim. Hiç sahip olmamış gibi. Okuduğum kitaplarda veya izlediğim filmlerde veya arkadaşlarımda gördüğüm… bilmiyorum. Ne gördüğüme dikkat ediyor muyum acaba? Aslında artık onu hiçbir yerde aramıyorum. Çünkü hiçbirine benzemiyor. Bizim aramızdaki kardeşlik hiçbirine benzemiyor. Benzememelide! Bizim kardeşliğimiz sınırlıydı. Bir gün biteceğini hiç bilebilir miydim, bilemezdim. Zaten bilemedim de. Bu yüzden bitti. Çok ama çok uzun süredir hiç göz göze gelmedik. Ve biz göz göze geldiğimizde hep ilk o gülerdi. En son göz göze geldiğimiz günü çok az hatırlayabiliyorum. Bir yaz günüydü, hava sıcaktı. Ilık bir rüzgar vardı. Serinletmiyordu, aksine terletiyordu. Salondaydık ve ben hırpalanmış haldeydim. Uzun uzun baktığını hatırlıyorum. Ama ben ona bakmıyordum, başka bir yere bakıyordum. Bana baktığını biliyordum. Ben oturuyordum, o ayaktaydı. Gözlerini üzerime dikmiş bakıyordu. Ben bakmak istemedim. Çünkü ona baktığımda ilk o gülmeyecekti. Ben de gülmeyecektim. Bana nefretle bakıyordu. İçinde bir şeyler birikiyordu. Kibir. İçindeki kibire ortak olmak istemedim. Daha sonra biz hiç konuşmadık. Ve ben onu hep rüyamda gördüm. Çocuktuk. Ben onun küçük kardeşiydim. Oyun oynuyorduk, kavga ediyorduk… Mutluyduk, gülüyorduk. Anne ve babamız bizim için çalışıyorlardı. Biz evde oynuyorduk. Benzer rüyalar gördüm. Ve hiç uyanmak istemedim. Çünkü uyandığımda, o yaz gününün çoktan geçmiş olduğunu hep fark ettim. Ben o yaz gününün de ötesine gitmek istedim aslında. Çünkü o yaz günü benim hayatım değişti. O yaz günü birçok şeyin farkına vardım aslında. Bizim kardeşliğimiz sınırlı sayıdaydı. Sınırlıydı. Paketin içindeki sigaralar gibi. Kibrit kutusundaki kibritler gibi.

31 Mart 2011 Perşembe

İntihar Sabahı


Cesedinle boğuştum bugün, kalbinle oynadım. Masum ve beyazsın seni sardığım ıslak poşetlerin içinde. Damarlarında geziyor gözlerim, fısıltılarıma şahit olamaz kulakların. Ben bu sabah seni öldürdüm, kendimi yarattım ben. Kâğıtları karaladı yorgun bileklerim. Ben bu sabah senin kızınım. Göğsümden çıkarıp attım seni ve senin gibileri. Cesedinle boğuştum bugün ıslak daha ıslak. Kalbinle oynadım dün soğuk, çaresiz. Ben bu sabah beni öldürdüm. Kanatlarıma hedef aldı avcılar ağır tüfeklerini. Puslu gökyüzünden düştüm. Bu sabah kuru dudaklarında gezdirdim ellerimi. Seni fark ettim. Yokluğunu hissettim. Duvarlar kan, alnımda haz. Sabah getirir keskin kan kokusunu, erişilmez oluşumunu. Son sabah kendimi yitirdim, bir düzüne damarlarımda gezdirdim. Duygularım hoşnut, gözlerim bal rengi. Bu sabah tadıma baktım bir mermer taşına.

12 Mart 2011 Cumartesi

Masumiyetimi Geri İstiyorum


Sayın yalnızlık! İsminizi iyi biliyorum. Her zaman yaşattığım bir kurgusunuz. İçimin derinliklerinden size sesleniyorum efendim! Sorularımın saygıdeğer cevaplarını çehrenizde gizlemeyin lütfen. Yüzüğümdeki size ayrılan zehir yıllanmaya yüz tuttu. Demek istiyorum ki neredesiniz? Özlem dolu bakışlarım, arsız kahkahalarınız ile gölgeleniyor. Suç ve kaos. Sahip olduğum son beyaz gülümü topuklarınız ile ezdiniz. Oysaki dikenler kalbimi yaktı.

Sen yarı çıplak bir Meryem’sin. Senden korkuyorum. Bakışlarından, dokunuşundan. Nefes alışın bile beni ürkütüyor. Küçücük bir pencereden gökyüzünün sonsuz nefesini kaplayan binaları izliyorum seninle. Burada benimlesin seni kollarımdaki tüyleri okşadığında hissediyorum. Bulutlar mavi sulardan kayarken, bu şehir çok sessiz. Ağustosun ortasında kat kat giyinip yüzümdeki ağır pudranın akmasına izin veriyorum. Sen yarı çıplak bir Meryem’sin, bense senin avuçlarında kırılan bir Davut heykeliyim.

Az pürüzlü tenlerden akan pahalı şaraplar. Ruhumu kim tutabilir... Bedenim kayıp bir yıldız gökyüzünde. Öylesine sessiz ki dudakların, yalnızlığımda… İndiğim her durakta karşımdaydın. Şehrin sesi bana seni hatırlatıyor.

Ellerimde tozlar var. Yüzüm kir içinde. Tıpkı kalbim gibi. Tüm çıplaklığımla karşındayım. Kimi zaman sadakatsizsin. Küçük bir bedene hapsoldun. Ağzımda şarap tadı varken onu seçtin. Günler yağmur sularına karışıp akıyor gizli bahçemizden. Rüzgâr yağmuru getiriyor. Yapraklardan akıyor çocuklarımız. Çığlıklarımı duyuyor olmalısın. Sigaranı bahçeme atıyorsun. Sabahları izmarit kokunla uyanıyorum. Büyük portakal batarken sen çıkıyorsun. Mermerde ussal biçimde gezdiriyorsun parmaklarını. Dinleyicilerin bugün kuşlar. Senin sadakatsiz bir loğusa olduğunu düşünüyorlar. Rüzgâr yağmuru içeriye sürüklüyor. Sırtım ürperiyor. Ellerin damarlı ve sert…

Bazı geceler aynalarla konuşurum. Dudaklarım şarap, gözlerim zümrüt renginde. Bir nergis beni tutsak eder. Kaosa kim hükmedebilir? Kim çıkartabilir çocukluk anılarımı alevlerin içinden? Alnım is içinde. Namluyu dudaklarıma daya. Kendine ateş et. İncecik bedenin oluksuz. Siyaha dönüyoruz.

Belki özlersin. Dönmeyi beklersin. Yokluğumdaki zaman zarfı yüzünü eskitmiş olabilir, aldırış etmem; çünkü ben de eskiyorum. İnan zaman bize yaramıyor küçüğüm. Bugün benim doğum günüm, anlamını biliyor musun? Daha sık izler, fazlaca utanç. Sen daha küçücüksün. Melekler gibi saygılı günahların. Koğuşumu ziyaret eden melekler gibi. Sayın yalnızlık! Suskun, oturaklı bir dille kelimelerimi tamamlıyorum. İsterseniz verandama geçelim. İnce boynunuzu bir kedi gibi şefkat ile okşayayım. Bana sunulan hayat o kadar şaşaalı ve becerikli ki beceremeyen benim. Babamın dölü, annemin sevgili oğluyum. Bir verandam, sana yakın, bana uzak hayallerim var. Neye sahip değilim ki?

4. ''Hişt Hişt, Genç Sait Faik!'' Öykü Yazma Yarışması, 2008

8 Mart 2011 Salı

02:12


Masallara inandığını söylüyordun küçük bir çocukken.

Hala zaman varken benden uzaklaşıyorsun, yalnız bırakıyorsun.

Kendime vahşice davrandım seninle olarak.

Hiçbir an doğru kişi değildin. Ve farkına vardım hatamın.

Ayıldım, sen ayık mısın?

Yüzüne kocaman bir yumruk atmak için vakit var mı,

Çünkü kendimi çocuk bakıcısı gibi hissettirdin.

Tek istediğim olgun olmandı sevebilmek için.

Hazırdım seni kucaklamaya. Ve farkına vardım hatamın.

Çocuk, sevmeyi biliyor musun?

Bazı sabahlar yanımda olmanı istedim. Çünkü her gece yanındaydım.

Sen benim şanslı numaram gibiydin, çoğu zaman kaybettiren.

Gerçeği hiçbir zaman bilemem, ama rol yaptığın sürece güzeldi.

Özrünü kabul etmiyorum. Ve farkına vardım hatamın.

Bana gelecekten bahsettiğin gün her şeyi bırakıp seni dinlememeliydim.

Herşeye rağmen, özlüyor musun?

25 Şubat 2011 Cuma

Konuşmak


Bazen eşyalarda konuşur! Mesela bizim sokak kapısı, kapanmıyor artık. Bana da annem söyledi. Zorla kapamaya çalışmışlar anlamak yerine. Sormamışlar neden kapanmak istemediğini. Neden sormamışlar, cevap veremeyecek olduğu için mi? Olsun ben yine de sorardım. Annemle konuşurken şunu da ekledim ‘’ sormadan nasıl anlayacaktınız kapının derdini? ‘’ Annem uzunca bir düşünmek yerine bir kapının konuşamayacağını söyledi. Evet dedim tam da onu diyordum, bir kapı seninle konuşamaz tıpkı senin bir kapıyla konuşamadığın gibi.

25 Ocak 2011 Salı

Düşünmek


Size bahsedeceğim kişi intihar eğilimi olan ve henüz yaşça epey genç bir kimse. Kendisi uzun uzun düşünmeleri sever. Pek akıllıca şeyler düşünmez her zaman. O, aslında düşüncenin özünü sever. Bazen sadece düşünmek için bile düşündüğü olur. Yeter ki bu eyleme kalkışacak olsun da gerisi önemli değil. Hali hazırda birçok planı olduğu halde, doyumsuz bir hazla plan yapmaya devam eder. Plan yapmak için de düşünmesi gerekmiyor mu zaten… Gençken düşünme eylemi daha kolay. Ferahça düşünebiliyor insan. Buz gibi soğuk yere uzanıp mesela. Sonra ıslak çimenlerde yalın ayak gezerken, bağdaş kurup saatlerce kalarak… Oysa yaşlanınca belki sadece oturunca derin bakabileceğiz. Nefes nefese düşünmenin neyi yanlış bilmem, ama düşünürken kısıtlanmayı sevmez insan.

Ölmek öyle basit tutku oyunları gibi değil. Ölmeyi hak etmeye bile gerek yok ya da kazanmaya, güç göstermeye. Ölmeyi istemek gerek sadece. Size bahsettiğim intihar eğilimi olan kişi ölmeyi çok istiyor. Öyle istiyor ki sırf bunun üzerine günlerce düşündüğü oluyor. Hani insan yalnız kalınca sıkılganlaşır ve ölmek ister derler ya, işte bu çok yanlış. Daha çok etrafında insanlar varken ölmek ister o. Çevresindeki insanlardan daha çok ya da daha az zeki olduğunu sorgulamaz. Zaten ortada can sıkacak bir durum varsa kendini belli eder. Artık insanların onu ne denli anladığını bir kenara bırakmış, bencilliğinden arınmış, başkaları için değil kendi için ölmek istiyordur. Ölmek onun için bir ödül olacaktır belki de…

Bir de ölümle ilgili yine bir düşüncesi var ki biraz acayip. İnsan çoğu zaman ölümle yaşlılığında tanışır. Yani olaya sadece maddesel bakarsak çirkinleşme evresinde. Oysa ruhlarla var olmak vardı ki muazzam… Düşünüyor ki eğer ölecekse en güzel zamanlarında ölmeli. Madem ölüm onun için bir ödül, bu ödüle bir an önce kavuşmak istemesinin nesi yanlış? Kendini çirkin hissedeceği yaşlara geldiğinde, zaten çirkin olduğu için ölmek isteyecek. Çünkü bahsettiğim kişi epey bir estetik kaygısı güden biri. O zaman ortaya bir karışım çıkacak. Bu akıl karıştırıcı bir olay. Çirkin olduğu için bir insanın ölmek istemesi… Tuhaf ve alaycı bir şey. Bunları bu kadar çok düşünüp yıpranmaya ne gerek var. Söylüyor işte açık açık. ‘’ İnsan güzel olduğu anda ölmeli. Hatta en güzel olduğu anda. ‘’

20 Aralık 2010 Pazartesi

Bu hayatta sadece kendi içindeki düşman ölüdür. Onu dizginleyen tek şey sanat. İyi sanatçılar mıyız?

14 Aralık 2010 Salı

Genç Balık


…tek balık bile tutamaz diyorlardı onun için. Çok genç ve tecrübesizdi. İlk kez denize açılıyordu, işin ehli sayılmazdı. Bu işler güç ister, kuvvet ister, dayanıklılık ister... Çoğuna göre mücadeleci bile sayılmazdı. Elleri narindi ağları atıp çekmek için. Ayak bilekleri güçsüzdü güvertede sarsılmadan durmak için. Oysa fırtınada ayakta kalmak gerekir. O, güverteye en az yakışanlardandı belki. Tek balık bile tutamaz diyorlardı onun için. O, defalarca kez denizin bereketini toplayıp geleceğinden habersiz, yorgun bakışlarla devrildi yatağa. Üstelik eli boş da dönmedi… Denizin en güzel balığını yakalamış, evcilleştirmiş ve getirmişti.

Balık o gece yakalanacağını bilmeden evine dönüyordu. Genç balık yorgundu, çünkü çok çalışıyordu. Güzelliğinin farkındaydı ama. Güzel olmak için de çalışırdı. Öyle hoş bir canlıydı ki hayatta kalması zorlaşıyordu her saniye. Güzel olan her şey bir gün güzelliğini kaybederdi. Bu öyle bir gündü. Balıkçı, güzel balığı denizde ilk kez gördüğünde öyle şaşırdı ki hayranlıkla izledi. Zaten beceremediği işinden olacaktı onu izlerken. Güzel balık beğenilmeyecek gibi de değildi. Bugüne kadar kaç tane balıkçıyı hayran bırakmıştı kendine kim bilir. Balıkçı sürekli güzel balığı düşünüyordu. Koca denizde zaman geçmiyordu onu düşünmeden. Acaba bu güzel balığın sahibi olsa nasıl hissederdi. Sahip olma isteği arttıkça koca denize bile sığamıyordu. Bazen aklı ona oyunlar oynuyor, kendini savaşın ortasında sanıyordu. Aklına koymuştu bir kere güzel balığı yakalayacaktı. İnsan tehlikeli bir yırtıcıdır. Akıl ve bilek gücü birleşince etraf güzelleşebilir ya da alabildiğine çirkinleşir. Balıkçının aklında çirkin şeyler yoktu. O sadece kendiyle inatlaşan bir çocuktu. Yaşadığı yerde bütün yetişkinler onun beceriksiz olduğunu düşünüyorlardı. Onlara göre balıkçı ömrünün sonuna kadar çocuk kalacak ve ayakkabı bağcıklarını bile yardım almadan bağlayamayacaktı. Haksız sayılmazlardı aslında. Hiçbir işini tek başına halledemez, her zaman yanında bir yetişkine ihtiyaç duyardı. Denizde kaldığı süre boyunca bu düşünceler aklının sınırlarında gezinip durdu. Belki de ilk kez yardım filan istemeden halletmesi gereken bir konuydu bu. Birine sahip olma konusu. Bu biri bir balıktı elbet. Güzelcene bir balıktı. Koca denizin en güzel, en şanslı, en bereketli balığı. Çok geçmeden aklının onu getirdiği son noktadaydı. Güzel balığı bir yolunu bulup yakaladı. Ve o gece deniz sustu. Kollarının altında güzel balıkla eve dönen balıkçı yorgundu. Nasıl tatlı bir yorgunluktu bu. Oldukça sakindi. Balığı bir an önce kesip pişirmek için dinlenmesi gerekiyordu. Güzel balık kesilip pişirilince daha da güzel oldu. Balıkçı onu afiyetle yedi. Şimdi herkes onu konuşacaktı. Ve herkes denize açılacaktı güzel balıklar yakalamak için…

29 Kasım 2010 Pazartesi

Sonra


Babam saçımı okşarken ‘’ her şey iyi olacak... ‘’ diyordu. Onu incitmek istemedim konuşarak. Zaten karanlık diye susuyorduk. Her şeyin iyiye gitmesi için, ilk adımı o atıyordu saçımı okşayarak. Birde bir şeyler mırıldanıyordu ki duymak mümkün değil. Her zaman mırıldanır benim babam. Bir şeye kızacak olsa bile mırıldanır. Saçımdan hiç ses gelmiyordu. İpek gibiydi saçlarım. Babamın sert ve kalın parmakları saçımı kavramıyor, üzerinde geziniyordu. İncitmekten değil, sadece sevmeyi bilmiyordu. Daha önce hiç bu kadar yakınıma gelip saçıma dokunmadı. Uzaktan severdi o. İnsanlarla arasına koyduğu nazik mesafeyi korurdu. Açıkçası bana karşıda bir düzine mesafesi vardı koruması gereken. Üzülüyordum onun bu haline. Yüreğimden bir şey kopuyordu. Öğrencilerine ‘’ günaydın! ‘’ demeye utanan öğretmen gibiydi. Çiçeklerini sulamaya çekinen bahçıvan gibiydi. Hareketsiz kalıyordum o bana dokununca. Ölü taklidi yapıyordum. Hissiz bir sevgi. Ne hissettiğimi bilmiyordum. Nerden bilebilirim ki hiç paylaşmadık onunla.

‘’ Her şeyi yoluna koyarız. ‘’ bunu söylerken kendi bile şüpheye düşüyordu. Fakat öyle iyi yalancıdır ki babam, kendini bile ayakta uyutabilir. Önce tutarsızca yalan söylüyor, sonra ona inanmadığımı hissetmiş gibi duraksıyordu. Artık sözcük kalmamıştı söylenecek. Ben hala ölü gibi duruyordum. Düşünmesi için ona tüm fırsatları tanıyordum böylece. Konuşmaya başlarsam asla toparlayamazdı. Çünkü o bu işler için fazla yaşlıydı. Yüzüne bakarak rahatça yutkunabiliyordum. Hatta nefesimi tutarak ağlayabiliyordum bile. Karanlıkta o bunları fark etmezdi. Ellerimi oynatabilecek olsam belki arkasına geçer iki kulak bile yapardım. Ama ölü gibi hareketsiz olmalıydım. Yoksa düşünemezdi. Pek fazla düşünmedi. Ardından elimi tuttu. Mırıldanmaya başladı yine. Bunu yapmaktan hiç vazgeçmiyordu. Kendimi savunmak için yumruğumu sıkıyordum hafifçe. Daha fazlasını yaparsam ölmediğimi anlardı. Aslında yaşıyordum. Oda bunun farklındaydı. Sadece benim ölü oyunuma eşlik ediyordu. Kalkmam için ısrar ediyordu. Ölmüş birini rahatsız etmek kaba bir davranış bence. Bir gün o gerçekten ölmüş olsa ben onu kaldırmaya çalışmazdım.

26 Kasım 2010 Cuma

Buz gibi hissettim kendimi yine, onarılmayacak, geri getirilemeyecek bir şeylerin sezgisiyle. Onun gülüşünü bir daha hiç duymayacak olmayı kaldıramayacağımı biliyordum. Benim için çölün ortasında bir tatlı su kaynağıydı o.

22 Kasım 2010 Pazartesi

Çiçekler çok tutarsız oluyorlar. Ama onu nasıl sevmem gerektiğini bilemeyecek kadar küçüktüm...

21 Kasım 2010 Pazar

Tren


Bir keresinde birlikte evime gelmiştik. Evimi gösterecektim ona. Yeni taşınmıştım evime. Güzel, temiz bir evdi. Fakat bomboştu o zamanlar içi. Ailem parasız kalmıştı bir dönem. O nedenle pek eşya alamamıştım. Hayatımda hiç para sıkıntısı çekmedim. Hiç parasız kalmayan biri için epey zor oluyor… Eve yürürken aklımda onunla ilgili endişeler vardı. Sıklıkla kendime sorduğum soruları yine ardı arkasına soruyordum. Bencillik edip anı bozmak istemedim. İçimden tekrarladım soruları. Daha önce evime kimse gelmemişti. Kimse bu kadar yaklaşmamıştı bahçe kapısına. Ben sadece ayaklarımın beni götürdüğü yere gidiyordum. Sanki orası benim evim değildi. İlk kez girecek gibiydim. En az onun kadar meraklı ve heyecanlıydım. Beni neyin bekleyeceğini kestiremiyordum. Tıpkı onun gibi. İçeriye girdik ve ona evi gezdirdim. Çok büyük değil evim, hemen bitiyor gezerken. O gün evimi onun gözünden bir kez daha gördüm. Daha önce hiç oturmadığım sandalyede oturdum. Ve hiç dikkatlice incelemediğim banyoyu inceledim. Yatağımın ne kadar güzel olduğunu hiç bu kadar dillendirmemiştim, dillendirdim.

O, o gün her şeyi gördü. Bomboş evin içini ilerde nelerle dolduracağımı gördü belki de. Ve yok oldu sonra. Birden bire neden yok olur insan? Bir keresinde yalnız olduğum için ölmem gerektiğini söylemişti. O zamanlar ölmek istemiyordum. Parasız kaldığım zamanlar ölmem gerektiğini söyleseydi, beni öldürmesini rica ederdim. Ama söylemezdi. Söylemedi de. Sustu. Susmayı değil, daha çok özgür olmayı severdi o. Özgür olunca hiçbir felaket kalmayacakmış gibi. Delicesine yağmur yağarken işi gücü bırakıp izlemek kadar özgür olmayı severdi. Sevdiği birçok şeyi bilmiyorum. Öğrenecektim. Ortadan kaybolacak ne vardı ki sanki? Birde hiç sevmediği bir şarkı vardı. Ben çok severdim. Bir yaz boyunca dinledim. Artık ben de hiç sevmiyorum.

Bugün bir kitaba başladım. İnsanın her türlü zorlukla nasıl baş edebildiğini anlatıyor. Mücadele etmeyi ve asla pes etmemeyi filan. Kitaptaki çocuk daha çok genç. Ve içinde bulunduğu tüm o işlerde yeni. Çocuk yaşından çok daha ufak olmayı seçiyor. Aslında hiç büyümek istemiyor. Çünkü büyüyünce hiçbir şeyin yolunda gitmeyeceğini biliyor. Hatta bir kez büyümekle ilgili bir hata yapıyor. Biraz büyüyor ve birini seviyor. Sevdiği kişi ortadan yok oluyor sebepsizce. Çocuk bir daha büyümek istemiyor haliyle. Kitap bir tren garında başlıyor. Kış mevsimiydi sanırım. Burnu kızarıyordu, gözleri doluyordu çocuğun soğuktan. Birkaç kere gitmiş daha önce o tren garına. Neden gitmiş kitapta yazmıyor. Belki gezip görmek istemiştir. Bu kez birini bekliyor. Fakat beklediği kişi gelmiyor. Çocuk evine dönüp uyuyor ve ertesi gün geceye doğru uyanıp bir bardak süt içiyor. Yani tren garındaki olayı hatırlamıyor bile. Çocuk aslında çok havalı biri. Canını sıkmıyor öyle her şeye. Daha sonra çocuk bir şehre taşınıyor tek başına…