20 Aralık 2010 Pazartesi

Bu hayatta sadece kendi içindeki düşman ölüdür. Onu dizginleyen tek şey sanat. İyi sanatçılar mıyız?

14 Aralık 2010 Salı

Genç Balık


…tek balık bile tutamaz diyorlardı onun için. Çok genç ve tecrübesizdi. İlk kez denize açılıyordu, işin ehli sayılmazdı. Bu işler güç ister, kuvvet ister, dayanıklılık ister... Çoğuna göre mücadeleci bile sayılmazdı. Elleri narindi ağları atıp çekmek için. Ayak bilekleri güçsüzdü güvertede sarsılmadan durmak için. Oysa fırtınada ayakta kalmak gerekir. O, güverteye en az yakışanlardandı belki. Tek balık bile tutamaz diyorlardı onun için. O, defalarca kez denizin bereketini toplayıp geleceğinden habersiz, yorgun bakışlarla devrildi yatağa. Üstelik eli boş da dönmedi… Denizin en güzel balığını yakalamış, evcilleştirmiş ve getirmişti.

Balık o gece yakalanacağını bilmeden evine dönüyordu. Genç balık yorgundu, çünkü çok çalışıyordu. Güzelliğinin farkındaydı ama. Güzel olmak için de çalışırdı. Öyle hoş bir canlıydı ki hayatta kalması zorlaşıyordu her saniye. Güzel olan her şey bir gün güzelliğini kaybederdi. Bu öyle bir gündü. Balıkçı, güzel balığı denizde ilk kez gördüğünde öyle şaşırdı ki hayranlıkla izledi. Zaten beceremediği işinden olacaktı onu izlerken. Güzel balık beğenilmeyecek gibi de değildi. Bugüne kadar kaç tane balıkçıyı hayran bırakmıştı kendine kim bilir. Balıkçı sürekli güzel balığı düşünüyordu. Koca denizde zaman geçmiyordu onu düşünmeden. Acaba bu güzel balığın sahibi olsa nasıl hissederdi. Sahip olma isteği arttıkça koca denize bile sığamıyordu. Bazen aklı ona oyunlar oynuyor, kendini savaşın ortasında sanıyordu. Aklına koymuştu bir kere güzel balığı yakalayacaktı. İnsan tehlikeli bir yırtıcıdır. Akıl ve bilek gücü birleşince etraf güzelleşebilir ya da alabildiğine çirkinleşir. Balıkçının aklında çirkin şeyler yoktu. O sadece kendiyle inatlaşan bir çocuktu. Yaşadığı yerde bütün yetişkinler onun beceriksiz olduğunu düşünüyorlardı. Onlara göre balıkçı ömrünün sonuna kadar çocuk kalacak ve ayakkabı bağcıklarını bile yardım almadan bağlayamayacaktı. Haksız sayılmazlardı aslında. Hiçbir işini tek başına halledemez, her zaman yanında bir yetişkine ihtiyaç duyardı. Denizde kaldığı süre boyunca bu düşünceler aklının sınırlarında gezinip durdu. Belki de ilk kez yardım filan istemeden halletmesi gereken bir konuydu bu. Birine sahip olma konusu. Bu biri bir balıktı elbet. Güzelcene bir balıktı. Koca denizin en güzel, en şanslı, en bereketli balığı. Çok geçmeden aklının onu getirdiği son noktadaydı. Güzel balığı bir yolunu bulup yakaladı. Ve o gece deniz sustu. Kollarının altında güzel balıkla eve dönen balıkçı yorgundu. Nasıl tatlı bir yorgunluktu bu. Oldukça sakindi. Balığı bir an önce kesip pişirmek için dinlenmesi gerekiyordu. Güzel balık kesilip pişirilince daha da güzel oldu. Balıkçı onu afiyetle yedi. Şimdi herkes onu konuşacaktı. Ve herkes denize açılacaktı güzel balıklar yakalamak için…

29 Kasım 2010 Pazartesi

Sonra


Babam saçımı okşarken ‘’ her şey iyi olacak... ‘’ diyordu. Onu incitmek istemedim konuşarak. Zaten karanlık diye susuyorduk. Her şeyin iyiye gitmesi için, ilk adımı o atıyordu saçımı okşayarak. Birde bir şeyler mırıldanıyordu ki duymak mümkün değil. Her zaman mırıldanır benim babam. Bir şeye kızacak olsa bile mırıldanır. Saçımdan hiç ses gelmiyordu. İpek gibiydi saçlarım. Babamın sert ve kalın parmakları saçımı kavramıyor, üzerinde geziniyordu. İncitmekten değil, sadece sevmeyi bilmiyordu. Daha önce hiç bu kadar yakınıma gelip saçıma dokunmadı. Uzaktan severdi o. İnsanlarla arasına koyduğu nazik mesafeyi korurdu. Açıkçası bana karşıda bir düzine mesafesi vardı koruması gereken. Üzülüyordum onun bu haline. Yüreğimden bir şey kopuyordu. Öğrencilerine ‘’ günaydın! ‘’ demeye utanan öğretmen gibiydi. Çiçeklerini sulamaya çekinen bahçıvan gibiydi. Hareketsiz kalıyordum o bana dokununca. Ölü taklidi yapıyordum. Hissiz bir sevgi. Ne hissettiğimi bilmiyordum. Nerden bilebilirim ki hiç paylaşmadık onunla.

‘’ Her şeyi yoluna koyarız. ‘’ bunu söylerken kendi bile şüpheye düşüyordu. Fakat öyle iyi yalancıdır ki babam, kendini bile ayakta uyutabilir. Önce tutarsızca yalan söylüyor, sonra ona inanmadığımı hissetmiş gibi duraksıyordu. Artık sözcük kalmamıştı söylenecek. Ben hala ölü gibi duruyordum. Düşünmesi için ona tüm fırsatları tanıyordum böylece. Konuşmaya başlarsam asla toparlayamazdı. Çünkü o bu işler için fazla yaşlıydı. Yüzüne bakarak rahatça yutkunabiliyordum. Hatta nefesimi tutarak ağlayabiliyordum bile. Karanlıkta o bunları fark etmezdi. Ellerimi oynatabilecek olsam belki arkasına geçer iki kulak bile yapardım. Ama ölü gibi hareketsiz olmalıydım. Yoksa düşünemezdi. Pek fazla düşünmedi. Ardından elimi tuttu. Mırıldanmaya başladı yine. Bunu yapmaktan hiç vazgeçmiyordu. Kendimi savunmak için yumruğumu sıkıyordum hafifçe. Daha fazlasını yaparsam ölmediğimi anlardı. Aslında yaşıyordum. Oda bunun farklındaydı. Sadece benim ölü oyunuma eşlik ediyordu. Kalkmam için ısrar ediyordu. Ölmüş birini rahatsız etmek kaba bir davranış bence. Bir gün o gerçekten ölmüş olsa ben onu kaldırmaya çalışmazdım.

26 Kasım 2010 Cuma

Buz gibi hissettim kendimi yine, onarılmayacak, geri getirilemeyecek bir şeylerin sezgisiyle. Onun gülüşünü bir daha hiç duymayacak olmayı kaldıramayacağımı biliyordum. Benim için çölün ortasında bir tatlı su kaynağıydı o.

22 Kasım 2010 Pazartesi

Çiçekler çok tutarsız oluyorlar. Ama onu nasıl sevmem gerektiğini bilemeyecek kadar küçüktüm...

21 Kasım 2010 Pazar

Tren


Bir keresinde birlikte evime gelmiştik. Evimi gösterecektim ona. Yeni taşınmıştım evime. Güzel, temiz bir evdi. Fakat bomboştu o zamanlar içi. Ailem parasız kalmıştı bir dönem. O nedenle pek eşya alamamıştım. Hayatımda hiç para sıkıntısı çekmedim. Hiç parasız kalmayan biri için epey zor oluyor… Eve yürürken aklımda onunla ilgili endişeler vardı. Sıklıkla kendime sorduğum soruları yine ardı arkasına soruyordum. Bencillik edip anı bozmak istemedim. İçimden tekrarladım soruları. Daha önce evime kimse gelmemişti. Kimse bu kadar yaklaşmamıştı bahçe kapısına. Ben sadece ayaklarımın beni götürdüğü yere gidiyordum. Sanki orası benim evim değildi. İlk kez girecek gibiydim. En az onun kadar meraklı ve heyecanlıydım. Beni neyin bekleyeceğini kestiremiyordum. Tıpkı onun gibi. İçeriye girdik ve ona evi gezdirdim. Çok büyük değil evim, hemen bitiyor gezerken. O gün evimi onun gözünden bir kez daha gördüm. Daha önce hiç oturmadığım sandalyede oturdum. Ve hiç dikkatlice incelemediğim banyoyu inceledim. Yatağımın ne kadar güzel olduğunu hiç bu kadar dillendirmemiştim, dillendirdim.

O, o gün her şeyi gördü. Bomboş evin içini ilerde nelerle dolduracağımı gördü belki de. Ve yok oldu sonra. Birden bire neden yok olur insan? Bir keresinde yalnız olduğum için ölmem gerektiğini söylemişti. O zamanlar ölmek istemiyordum. Parasız kaldığım zamanlar ölmem gerektiğini söyleseydi, beni öldürmesini rica ederdim. Ama söylemezdi. Söylemedi de. Sustu. Susmayı değil, daha çok özgür olmayı severdi o. Özgür olunca hiçbir felaket kalmayacakmış gibi. Delicesine yağmur yağarken işi gücü bırakıp izlemek kadar özgür olmayı severdi. Sevdiği birçok şeyi bilmiyorum. Öğrenecektim. Ortadan kaybolacak ne vardı ki sanki? Birde hiç sevmediği bir şarkı vardı. Ben çok severdim. Bir yaz boyunca dinledim. Artık ben de hiç sevmiyorum.

Bugün bir kitaba başladım. İnsanın her türlü zorlukla nasıl baş edebildiğini anlatıyor. Mücadele etmeyi ve asla pes etmemeyi filan. Kitaptaki çocuk daha çok genç. Ve içinde bulunduğu tüm o işlerde yeni. Çocuk yaşından çok daha ufak olmayı seçiyor. Aslında hiç büyümek istemiyor. Çünkü büyüyünce hiçbir şeyin yolunda gitmeyeceğini biliyor. Hatta bir kez büyümekle ilgili bir hata yapıyor. Biraz büyüyor ve birini seviyor. Sevdiği kişi ortadan yok oluyor sebepsizce. Çocuk bir daha büyümek istemiyor haliyle. Kitap bir tren garında başlıyor. Kış mevsimiydi sanırım. Burnu kızarıyordu, gözleri doluyordu çocuğun soğuktan. Birkaç kere gitmiş daha önce o tren garına. Neden gitmiş kitapta yazmıyor. Belki gezip görmek istemiştir. Bu kez birini bekliyor. Fakat beklediği kişi gelmiyor. Çocuk evine dönüp uyuyor ve ertesi gün geceye doğru uyanıp bir bardak süt içiyor. Yani tren garındaki olayı hatırlamıyor bile. Çocuk aslında çok havalı biri. Canını sıkmıyor öyle her şeye. Daha sonra çocuk bir şehre taşınıyor tek başına…

11 Kasım 2010 Perşembe

Başka Gökyüzleri

Uzunca zamandır baktığım bir gökyüzü var. Benim gökyüzüm. Öyle abartılacak kadar güzel de değil. Aksine epey yavan. Tek bir yıldız var geceleri. Gündüz ise benim ihmalkârlığım tamamen. Pek dikkat edip incelemem. Daha çok geceleri bakarım yıldızıma. Yalnızlık hissi benimki. Gitmesinden korkmamdan belki de. Ve biliyorum ki gidecek. Göremediğim bir noktaya gidecek. Orada birkaç yıldız olacaklar. Ben ve birkaçı gibi. Başka gökyüzlerini de gördüm. Alabildiğine yıldızla dolu, ışıl ışıl. Hiç heves etmedim ama. Çünkü biliyorum ki aslında hepsi birbirine alabildiğine uzak. Uzak oldukları için okunmamış ve çekiciler. Aslında hiçbir farkları yok benden. Bayağı yalnız onlarda. Hem düşüncesi bile korkunç. Her birine tek tek isim vermeye kalkmak, her gece orada olmalarını beklemek. Olacak şey değil. Kalabalık yalnızlığı doğurur. Ben yalnızlığımı seviyorum. Elbette bir gün gidecek. Hem belli mi olur, belki ben de gideceğim onunla.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Üçüncü Kişi

Kibarca gitmesini söyledim. Birlikte işler daha çıkmaz bir hal alıyordu. Daha iyisine ihtiyacım olduğunu ekledim. Aldığım kararlarda beni iyi edecek birine. Belki de yanlışı ayırmadan gösterecek. Kibarca git demek istedim, hayatın neresinde olursak olalım. Bir süre cevap vermesini bekledim. Sonra konuşmaya daldık. Alıştığımın dışında şeyler söylemedi pek. Yine kendi kadar konuştu. Yalnız fikirlerimizi değil yollarımızı da ayırdığımız o dakikada üçüncü kişide susuyordu. Yalnız değildik. Üç kişiydik. Fakat yalnız hissettik. Karanlık odada üç kişiydik. Üç bambaşkaydık. Hep ben konuştum sayılır. O hep ağlar gibi yaptı. Birimiz de üşüdü. Baştan beri söylüyordum ‘’ git ‘’ diye. ‘’ Üşü ve git. Üşüyerek git. Git işte git! ‘’ Sözlerim onu ne denli üşütebilirdi? Ben konuşurken üşüdüm, ama çıkmadım odadan. O konuşurken de yatağın çarşafıyla oynadım. Dinlemedim pek. Açıkçası pek dinlenecek gibi değildi. Karşıma geçmiş bana hayatını anlatmaya kalkıyordu birkaç cümleyle. Bu ne cüret! Hevesimi çarşaftan çıkardım ben de… Öyle bir büzdüm ki ucunu elimde kalacaktı çarşaf.

Üç bambaşka kişi bir odada duramaz! Hele ki karanlıksa oda. Ve geceyse, soğuksa… O çıkmak istedi. Sigara içmek için belki de. Sigara içmek için çıkıp gider bazen yanımızdan. Zaten hakim de değil konuştuğumuz konuya. Nereden bırakıp gitse, geldiğinde aynı yerden bizi dinlemeye devam eder. Put gibi de kesilir ayakta. Birde bu kabalıkları yetmezmiş gibi ben konuştukça üşüme gelir buna. Tir tir titreyecek daha da konuşsam. En sonunda ilk o ayrıldı odadan. Kapının önünde yaktı sigarasını. Sonra dumanın içinde kaybolup gitti zihnimden. Üçüncü kişi gözlerini sildi gözlüğünü çıkartarak. Ve beni anladığını ifade eden bir hareketle sınırladı sözlerini. Daha doğrusu yorulmuş olduğunu da işin içine katarsak bu bile kafiydi bana. Odadan çıkmadı. Olduğu yere uzandı. Uyumayı bekliyordu biraz sonra. Ben ise yine çok konuşup çok laf devirmiş yorgun bir savaşçı gibi odama çekildim. Sözde daha fazla düşünmeyecektim. Ama sabaha kadar düşünmeden edemedim. Ve kişisel zaferlerim için kendimi tebrik ettim. Hep ben kazanıyordum. Ama bu sefer ona karşı gerçekten kaybetmek istemiştim.

3 Kasım 2010 Çarşamba

A.


Sessiz, sakindi Ahmet. En iyi yaptığı şey susmaktı. Başardığını düşünüyordu susarak. İçinde yaşıyordu belki de hepsini. Ufak bir çocuktu Ahmet. Elleri hassastı. Kötü biri değildi yalnız çok laf yapardı. Benim babamdı Ahmet. Ben de çocuktum, Ahmet’te. Birlikte büyüdük sessizce. Onun susmaları üzerimde büyük rol oynadı. Beni de susturmak istedi, ama susmadım. Birde unutkandı Ahmet. Bazen çocuklarını ve karısını unutuveriyordu. Ben, Ahmet’e kim olduğunu hatırlattım. Yorgundu Ahmet. Kocaman bir yorgunluk onunki… Çok düşünür, ne düşündüğünü unuturdu. Düşünürken yorulur mu insan? O yorulmuş. Öyle söylerdi bana. ‘’ Yoruldum… ‘’ Yarım bıraktığı cümleleri kafamda tamamladım. Ahmet yorulurdu konuşurken. Susardı uzun uzun. Dinlenirdi biraz. Sonra yine konuşacağı yerde susardı. Bugün Ahmet büyük biri oldu. Sigara da içiyor. Birlikte laflıyoruz yürürken. Beni dinliyor. Beni dinlerken etraflıca bir düşünüyor. Ne düşündüğünü merak etmiyorum. Sadece izliyorum. Beni tekrar şaşırtmasını bekliyorum. Ahmet benim babam. Ben Ahmet’i seviyorum.

6 Temmuz 2010 Salı

Hislerin


Bilmiyorum nereye gidecek.

Ve nereye sürecek yolunu.

Kopukluğumun sebebi bu hayattan.

Ellerim saçlarımda ve boş biriyim.

Vuruyorum dalgalar kadar uzağa.

Sesleniyor şimşekler başımda.

Soğuk insanlar, buz gibi.

Sert gökyüzü okunmamış.

Sonra sarsıldığım yerdeyim.

İtiraf edebilsem ben de severdim.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Söz Veriyorum

Daha önce hiç ait olmadım birine.
Ama söz veriyorum deneyeceğim seninle.
Kartlarımı hep açık oynadım bilirsin.
Gülüşümü eksik etmedim oyunda.

Ne kadar isterlersem o kadar vermeliyim.
Ne kadar girebilirsem o kadar gitmeliyim.
Hata yaptığımı söyleme, şimdi sen istiyorsun.
Ama söz veriyorum deneyeceğim seninle.

İstediğin benimle geçirmek zamanı,
Tüm yaz eğlenmek suyun altında.
En sevdiğin yemekleri yaparız birlikte.
Ya da dışardan söyleriz saat erken.

Beni arkadaşlarınla tanıştırıyorsun.
Hepsi çok şık ve havalı, senin gibi.
Şimdi bizi yalnız bırakıp içerde olmamalısın.
İzin ver, ilişkimize küçük bir ara verelim.

Seni bekletmeyeceğim, sadece bu yer çok havalı.
Biliyorsun bütün arkadaşların senin gibi özel.
Seni aldatmıyorum, sadece bu yer çok havalı.
Ama söz veriyorum deneyeceğim seninle.
04 MAYIS 2010 17:24

Hava hala sabah saatlerinden kalma. Güneş en yakıcı… Restaurantın birinde oturuyorum tek başıma. Burası kocaman ve sarı. Masalar ve duvarlar gayet hoş görünüyor. Sarı olan kapalı güneşliklerden içeri yansıyan ışık. Tek tük insan var. Şu yemekleri kendinizin seçip, dilediğinizce koyduğunuz kocaman açık büfeleri olan yerlerden. Kasadaki kadın gayet hoş ve alımlıydı. Kızıl saçları, mavi gözleri, güzel bir burnu vardı. Hatta bana bu kağıt ve kalemi o verdi. Gidip ona yazı yazacağımdan falan da bahsetmedim hem. Birde uzun boylu, genişce omuzlu garson çocuk var. omuzları öyle geniş ki gömleğinin kolları kısa kalıyor. Nazikde biri. Biraz önce peçeteliğimi değiştirdi. Yüzünde, şu her garsonda olan sahte tebessümde yoktu. tavanda çok fazla spot ışık var. akşamları burası baya renkli oluyordur.

Aslında şuan havuzda olmam gerek. Haftada en az üç gün yüzmem gerekiyor. Yani burada aylak aylak oturup, garsonun omuzlarını, kasiyer kadının burnunu, karşımda oturan orta yaşlı adamın yediği dolmaları izlemek bana bir şey kazandırmayacak. Bu arada yaşlı bir çift geldi. Nasılda telaşlı yiyorlar. Bense daha soslu spagettime ve adını bilmediğim güzel pasta dilimime dokunmadım bile. Umarım benim yerime havuzda birileri yüzüyordur. Çünkü ben yüzmüyorum. Sık sık yüzmem gerektiğini doktorum sürekli söylüyor. Bundan altı ay önce, adını bile hiç duymadığım bir akciğer hastalığı geçirdim. İki kez ameliyat falan oldum. Bir hafta önce şehirdeki en pahalı havuza gittim. En temiz havuz olmasa sadece yüzmek için bu kadar para vermezdim. Bundan iki sene önce bir havuza yazılmıştım. Astım hastası olduğum için iki hafta sonra hastalanmıştım. Sebebi havuzun pis olmasıymış. Spor yapmayı bıraktığım için hiçte üzülmemiştim. Spor yapmak bana göre değil. Ben resim falan yaparım daha çok. Uzun zamandır resim yapmıyorum gerçi.

Güneş öyle boğucu ki yer döşemesinden enseme yansıyor. Ben yazları hiç sevmem aslında. Yazın benim için yapacak çok az şey vardır. Sarhoş olmak mesela. Hem sarhoş olmayı kim sevmez ki? Ben, Amsterdam’da sarhoş olmayı isterdim. Annem oranın cennete çok uzak olduğunu düşünür. Zaten annem hep olumsuz şeyler düşünür. Burası sarıdan turuncuya dönüyor. Karşıma iki kirli sakallı genç, yanıma bir aile oturdu. Yeni tombul bir garson geldi. Yarım bıraktığım spagettimi masadan aldı. Sanırım tam iki buçuk saattir burada sıcaktan saklanıyorum. Çaba harcamadan geçirdiğim bomboş bir gün daha. Umarım istediğim güzel hayat için ter dökmeye başladığımda bu günlerimi özlerim.
Dünyaya;

Çocuk getirmek hiç istemem. Bu dünyaya aşık olmakda istemem. O, bu dünyada büyümezdi. Kendi dünyamız olurdu. Ve ben onun her anını, yürüdüğü her sokağı, geçtiği her teni görmek için elimden geldiğince sağlıklı ve uzun yaşardım. Ona hiçbir şey verememekden korkmak yerine, hergün ne kadar hızlı büyüdüğünü görmek isterdim. Nasılsa su akar yönünü bulur. Ona okuduğum kitapları okutmayacağım. Onu yaptığım sporları yapmaya zorlamayacağım. Ona sevdiğim yemekleri yedirmeyeceğim. Tüm bunları kendi için yaparken, gözyaşlarımı serbest bırakarak izleyeceğim.
Büyük Çocuk

Bir gün bir sigara yaktım.
Hile yapmayı öğrendim. Çünkü hile yapmazsak oyunda fasulyeden sayılıyoruz.
Ben hile yapınca herkes beni çok sevdi.
Bunu bir şişe içkiyle kutladık.
Şeytan, elebaşı, kötü arkadaş, zorba, kırıcı, unutkan, bencil, ikiyüzlü oldum.
Ben ikiyüzlü olunca herkes beni çok sevdi.
En sevdiğim oyunu herkese öğrettim.
Alçak gönüllü fahişeler tanıdım. Zaten hayat fahişe!
Fotoğraflarda kusurlarımı kapardım.
Kelimenin tam anlamıyla ben bir aptaldım!
Aptal… Aptal aptal!
Ben aptal olduğumu anlayınca çevremde hiç insan kalmadı.
Odamda Bir Sabah

Yine perdeyi araladım yattığım yerden. Huzursuzca baktım gökyüzüne. Solmuş görünüyordu. parmaklarım bir süre gezindi kumaşın üzerinde. Cama dokundum bir kez. Parmak ucumun bıraktığı buharın kaybolması uzun sürmedi. Sabah erken uyanan kuşlar uçuşuyordu. Her birinin umudu vardı. Günü kurtaracaklardı. Bense, geceyi bitirmiştim. O çok aydınlık uykuma dalacaktım birazdan. Tadı olmayan rüyalar görecektim. Zenginmişim, genç ve güzelmişim, sağlıklıymışım… Uyandığımda yine bana dönüşeceğim. Çelimsiz, beş parasız, hasta… Perdeyi örterken, karanlık odama çeviririm başımı. Ayna tutarım yüzüme. Göz kapaklarımın mordan bozma kahverengilerini izlerim, saçlarımın orospu rengini aşağılarım, çirkin omuzlarımı kovalarım zihnimden. Yeniden geleceğime söz veririm son olarak. Ve hiçbir şey yapmadan geçirdiğim bir güneşli güne daha gözlerimi kapatırım. Eğer perdelerin arasından göz çukuruma bir gözyaşı inerse, demek oluyor ki ben beş para etmez bir kimseyim.

23 Şubat 2010 Salı

Jazz in Jazz

Bir tek elbisem var. Bütün hafta onu giyer ve okula gidip gelirim. Haftasonları elbisemi küvette yıkarım. Toz deterjanla. İki çift elbisem yok. Bir elbise daha almaya param var. Hatta tümünü alabilirim. Omletim az pişmiş. Peki ya diğer bütün elbiseler beni çirkin gösterirse. Korkarım, bu yüzden hiçbirini giymem. Elbisem uzun. Kollarında düğmeleri var. Rengine hiç dikkat etmedim. Onu alırken sarhoştum heralde. Evet, hatırladım. Mağazada çalışan adama sarhoş olmuştum. Kat kat yakışıklıydı. Eminim ki dört çift elbisesi vardır. Hepsi ona çok yakışıyordur.
Kış Şiiri

Kışı seviyorum, karlarıda
Burnum aksın silmem
Hoş sohbetler ve bira
Kırmızı atkı, eldiven, çizmeler
Gezerken fırtınada
Benimle gelin
Yazın beni sokağa çağırmayın
Gelmeyeceğim
Karların erimesine son kala
Bulabilirsiniz beni ışıkların altında

28 Ocak 2010 Perşembe

Sus çiçekleri. Sus pus olup, köşelerde dolu saksıları,
Soranı ağlatan susmaları, puslu puslu gözyaşları, etrafında saksıların.
Soran var mı gidenlerden… Yedik, içtik, sustuk, uyuduk kalanlarla.
Sesi var, içi boş. Eli var dibi yok. Oturmuş akşamları izliyor.
Gelen var mı gidenlerden… Sona kalır elvedası.
Sus çiçekleri. Sus pus olup, köşelerde dolu saksıları.
Bir yalanı seviyorum
Bir su damlası o
Bazen şıp şıp
Buhulu gözleri
Savaş açan sözleri
Balonları sever
Uçmak onun hayali
Bir su damlası o
Bazen gözyaşı
Yaprakları renkli
Sevgisi bana yetti
Şarkılardaki gibi
Hep beni istedi
Bir su damlası o
Bazen yavaş akan
Yaz bitince gelecekmiş
En çok beni severek
Üstelik plaklar çalacağız
Yaz bitince açacağız
Bir su damlası o
Bazen yüzüme çarpan
Kocaman ve güzel
Onun kalbi bana yeter
Sevemez artık başkasını
Bu olasılık beni mahfeder
Kumları ısıtan yaz
Bir gün ben de olacağım
Kendimi ne zaman kötü hissetsem
Koşup ona sarılacağım
Bir su damlası o
Bazen dudaklarımı ıslatan
Kapının ardında bakan
Minik gözlerim
Haberi duyar duymaz sana geleceğim
Ateş gibi, duman gibi kocaman
Sevgimi nasıl tarif edeceğim
Karanlık bakıyorum onlara
Korkmaları tek yeminim
Gel kollarıma çiçeklerle gezelim
Senin olsun bütün renklerim
Ahh güzel sevgilim
Kalbimin sahibisin
Bir su damlası o
Bazen beni aşkla ıslatan